““Ben kuş çizmeyi bilmiyorum ki.”, çocuklarla sanat atölyeleri yaparken çok sık karşılaştığım ve elimi kolumu bağlayan bir ifadeydi. Benim düşüncemde sanatçı, kuşu en iyi çizebilen değil, kendi kuşunu en iyi çizendi. Çocukluk her bireyin sanata en yakın olduğu dönemse eğer, her çocuk doğal olarak özgündü. Öyleyse her çocuk kendi kuşunu çizebilirdi.” diyor yazar. Ne kadar hoş değil mi?
Kitapta da tam olarak bu cümleyi kuran küçük bir kız, Sera var. Ressam halası onu cesaretlendiriyor. Önce bir kuş, sonra tavşan ve kız çocuğu çizmesini istiyor. Sera çiziyor ama “M” harfinden kuş, “62”den tavşan ve “çöp kız” hiç hoşuna gitmiyor. Orjinal birşey öneriyor halası; aynaya bakarak kendi yüzünü çizmek-bunu miniğe ben de teklif edeceğim?-. Bu defa da bir “L” harfi çiziyor burun niyetine. Gerçeğine benzetemediği için yine üzülüyor. Halası bir resim yapıyor sonra. Serra resmi yorumluyor. “Kendi gözlerinin gördüğü” şekilde? Halasının kuşu, onun için yelpazeli bir tırtıl. Gerçek ya da doğru olarak nitelendirmemeli bu yüzden sanatı. Yazar bu kalıplardan kurtarıyor okuyucuyu. Görseller zaten başka diyarlardan. Uçan adalar, balonla seyahat, kuleler.
Sürrealist Ressam René Magritte’e ait üç tablonun resmini de eklemiş yazar. Hatta diğer sayfalarda da göndermeler var bu tablolara. “Magritte’in resimlerinde bir şeye benzeyen şey, o şeyin kendisi değildi; ressamın gözünden ve elinden yansıyan yeni bir “şey”di.” Özgün olmak, özgürleştiyor da. Doya doya çizsin, boyasın çocuklar. Bir müddet sonra ne yazık ki özgünlüklerini pek çok sebepten dolayı yitirmekle karşıkarşıya kalacaklar. Yorum yapmaya çalışmayalım, “ne kadar da şuna benzemiş” demeyelim. Yaptığı şey onun için ne ifade ediyor onu öğrenmeye çalışalım. Ama soru yağmuruna tutmadan, zorlamadan. Gözlerindeki ışığın destekçisi olalım?