VAHŞİ ŞEYLER
“Mesela herhangi bir şehirli bacağına sürtünüp “Sev beni.” diyen bir kediyi sevse, o gün daha birçok şeyi fark edebilir. Ama olanı kabul etmek her şeyden daha kolaydır, bu yüzden Şehirliler verilmiş olanı kabul eder. Hüznün yanına yenilgiyi ekledikleri bir hayat yaşarlar. Onlar yenildiği için Şehir de yenilir.”
Şehir bize yurt olamadı. Başka canlıları yurtlarından edince… “Kalabalıklaştıkça” yabancılaşıyoruz kendimize, birbirimize, yaşadığımız yere. Bir parça gökyüzü, çokça keşmekeş, nefes alamayan toprak, kötü kokular, yalnızlık, …
Bu hayatı penceresinden, hatta bir de elinden düşürmediği dürbününün arkasından bakan seksen beş buçuk yaşındaki Mualla’nın gözlerinden görmelisiniz asıl. Ötekilerden o da. Bir yaşlı. Çoktan püskürtmüş Şehir onu köşesine.
Kitaplarıyla, dürbünüyle, kendi halinde sessiz sakin, münzevî yaşamında bir doğum gününe daha uyanıyor Mualla. Bir önceki yılı, Şehir’in sevimsiz hediyelerini düşününce o sabah bir mucize diliyor. Mucize hediyeler. Hediyelerin bir karaca, üç domuz, bir bozayı ve hasta bir kuş olduğunu söylesem ne düşünürsünüz? Karanlık, tekinsiz, hasta Şehir’de Mualla da onlar kadar yadar yalnız, korumasız, öteki ve vahşi.
“Cam”larından ardında yaşadığımız şu hayatta, giderek daha çok yalnızlaştığımız, yabancılaştığımız, dışarıda akan nehre ayak uyduramadığımız anda, yerde Mualla’yı daha iyi anlayabiliyoruz. Belki biz de birer vahşiyiz, belki kaybolduk ve ait olduğumuz yeri arıyoruz. Kim bilir?